Kaybolan O Günler...


Uzun uzadıya yazmak, ballandıra ballandıra paylaşmak, bu sürecin zahmetine girmek zor ve gereksiz geliyor artık. Elli kişinin tıklayacağı – yirmi kişinin ‘scroll down’ yaparken göz ucuyla görsellerine bakacağı – beş kişininse sabredip sonuna kadar okuyacağı ve kimsenin tepki vermeyeceği uzunca bir yazı için saatlerini harcamanın makul bir yanı yok. O yüzden bir vakittir vazgeçmiştim bu israftan. Sanal ortamın her türlüsünü twitter tadında – karakter sayısı sınırlı olarak – yaşıyorum bir süredir, ‘Whatsapp’taki sohbet gruplarında bile. ‘Layk’lanmak peşindeki bir yeniyetmenin serzenişi değil bu. 'Kitle beni anlayamıyor!' ukalalığında ‘bir bilen’ ise hiç değilim, oldum olası nefret ettiğim ve oldum olası buna öykünenlerle dalaştığım bir psiko-kabadayılık rolüdür ‘bir bilen’lik. Oysa ki gayem gayet basit; ben birşey yazayım, birisi yanlışsın desin, bir diğeri şuna da baktın mı peki diye yorumu yapıştırsın, pası kanatlara taşısın, orta alanda düğümlenmiş oyunu açsın. Tatlı tatlı konuşalım, dertleşelim, derinleşelim. Ama malum, vakit yok, değil yazmaya, okumaya bile. Çağımızın gereksinimi de, 'fikrini olabildiğince yalın ve kısa bir şekilde' aktarabilmek. Sana ayrılan süreyi azıcık aşma imkanın yok. Bunun ayırdına vardıktan sonra da birşeyler karalamak için uzun saatlerini ayırma arzusu ortadan kalkıyor...

Lakin 'büyük lokma – büyük söz' tezatını gerçeklemek için ezber bozan bir durum da oluyor illaki. Bir kitap okuyorum ve sonrasında cümleler istemsizce dökülmeye başlıyor. Kitabın adı ‘Kaybolan O Günler’. Kapak iddiasız, çizimler de hakeza. Ama anlattığı hikaye muazzam. Sıradan kapak ve albenisiz çizgisi, kozmetik nedenler arayan acımasız 'satın almadan eleme' süzgecime takılmış ki raflara çıkışından iki sene sonrası, tavsiyeler üzerine alınmış bu kitap, bekletilmeden akşamına soluksuz okunmuş ve de sonrasında duygusal olarak dağılınmış...


Ama lanet olası mühendis tarafım; duygu yoğunluğumu bozan, verilenle yetinmeyip hayattan zevk almamı engelleyen, gerçek bu mu – tüm doğrular sana sunuluyor mu emin misin diye beynimi tırmalayan kısmi benliğim. Bırak sorgulama işte, bak önüne; harika bir hikaye okudun, aşk – dostluk – aile, bunların varlığı ve istemdışı kayboluşu, ellerinden kayışı üzerine. Tüm bu kutsalları artan bir ivmeyle ve çaresizce yokolup giderken Lubin için gözlerin buğulandı. Kitabın son sayfalarını okurken o son gözlerinin aralayışıyla birlikte umduğun o finalin gerçekleştiğini, aşkın – dostluğun – ailenin kazandığını görmen gözlerindeki buğu yoğunluğunu arttırdı. Ve bir sayfa daha çevirdin ve o son sayfada kahroldun, dağıldın gittin. Bir sayfalık mutluluğunu elinden aldığı için diğer Lubin'i hedef tahtasına oturttun, boynuna ilmiği geçirdin. Çaldığı koskoca bir hayat, ondan geriye bıraktığı birkaç sayılı gün için söylendin, acımasızlığına acımadan giriştin diğer Lubin’in...

Kitabın kapağını kapattıktan sonraki ilk onbeş dakikanın hissiyatı yukarıdaki satırlar. Bundan sonraysa içimdeki sorgulayıcı mühendis devreye giriyor ve şunu soruyor: Bu hikayenin diğer Lubin tarafı eksik değil mi, onun hayatı nasıldı, o neler hissediyordu, onun bağlılıkları, yitirmekten korktukları yok muydu, bunlar için mücadele etmesi mi gerekirdi yoksa ısrarcı olmayıp bırakmalı mıydı? Hikayedeki kötü adam, büyük şeytan kimdi ya da gerçekten kötü bir insan var mıydı yoksa sadece hayatta kalma mücadelesinin kaybedenine mi bile bile odaklandırılıyorduk?


Ve Tamara... Belki de öykünün en önemli karakteri. Tamara olmasaydı böylesine etkiler miydi acaba bu hikaye? Onlarca yıllık atlamalara rağmen her seferinde geride bıraktığın kadını – duygu yoğun ancak mutlak bağlanma olmadan yaşanan bir ilişkide – aynı aşk ve tutku yoğunluğunda bulmak masalsıydı. Hikayenin asıl fantastik tarafı buydu bana kalırsa. Tamara olmasaydı hikaye asla bu kadar vurucu, bu kadar dokunaklı olmazdı...

Timothe Le Boucher güzel hikaye anlatmasını, okurunu duygusal bir uçuruma savurup kayalara çarpa çarpa bir serbest düşüş yaşatmasını ve bu esnada canını yakmasını bilen bir sanatçı. Kaybolan O Günler de türün mutlaka yudumlanması gerekenlerinden...


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mutantın Alpha’sı, Gamma’sı, Omega’sı...

Nils Holgersson ve Morton: Sapasağlam Bir Çocukluk Nostaljisi...

Cassandra Nova: İlk Düşman