İçinden Çizgiroman Geçen Roman: Sıdıka
Birkaç gün önce aklıma düşürdü çizgiroman dostum sevgili Hayalkahvem. Atilla Atalay diye yazmış, son kitabından kendine dair kısacık bir anekdot aktarmıştı ve bu da Sıdıka'nın ilk sayfalarını çevirmeme giden sürecin fitilini tutuşturmuştu...
Atilla Atalay üniversite yıllarımda kalmış bir yazar. Mizah dergilerinde 'Sıdıka' karakteriyle tanımıştım yazarı, sonra da kitaplarında o acıtan, kalp ağrıtan tarafına tanıklık etmiştim. Devamında da bir müptelalık hali hasıl olmuştu. Hemen hemen her seneye bir adet sığdırdığı o yeni kitabının hazırlık aşamasında olduğu haberinden raflardan çekip aldığım o sahiplenme anına kadarki sürecini merakla takip eder olmuştum. Ki o yılların internet yoksunluğunu düşününce bu takip şimdiki gibi applikasyona birkaç kelime girmek şeklinde değildi; belirli bir seviyede merak, belirli bir düzeyde kulağı deliklik gerektiriyordu. Bazen derginin bir köşesinde kendine yer bulan bir müjde ya da gazetenin tekinin haftasonu kitap ekinde ufak bir haber peşinde koşardım...
Bulaşıcıydı bu müptelalık halim. Hatırlarım, doksanların ikinci yarısında dizi karakteri olarak ekranlara çıktığında ne Atilla Atalay'dan ne de Sıdıka'dan haberi olmayan annem benimle birlikte, gayet keyif alarak seyreder olmuştu bu diziyi. Çağının aydını, lafını esirgemeyen, çılgın, çokbilmiş, her konuda bilgi sahibi ancak entelektüel düzeyi sadece başına dert açan bu kenar mahalle kızının mizahı onu da etkilemişti. Ama hiç merak edip de okumadı kitaplarını, görsellik yeterli gelmişti ona...
Daha sonra ne olduysa oldu, üniversite yıllarına yayılan beş - altı kitaplık bir birliktelikten sonra birbirimizden uzaklaştık, 'Menekşe İstasyonu' son merhabalaşmamız oldu. Belki mizah dergilerini geride bırakmam etkili oldu, belki gülmece algım değişti, belki kabuğum sertleşti, belki okulun bitişiyle birlikte hayatım iyice ciddileşti. Artık aramaz olmuştum Sıdıka'yı. Ama onyıllar sonra yeniden karşıma çıktı, hatta gayet sık karşılaşır olduk kendisiyle. Evime birkaç yüz metre ötedeki duvarından Kadıköy Karikatür Evi'ne bakarken yakalıyordum onu. Kendisini asla unutturmuyordu...
Ve öyküleri birkaç gün evvel tekrar aklıma düştüğünde de tereddüt içindeydim. Dile kolay, yirmi - yirmibeş sene öncesini tarihliyordu, yirmibeş yaş daha genç halimi, köprünün altından çok sular akmasından öncesini. Yıllar sonra bir defa daha elime alsam, aynı şekilde avucunun içine alır mıydı beni; kıstırır mıydı sayfalarının arasında? Defalarca okuduğum ve her defasında beni yıkan 'Ebekulak' dağıtabilir miydi beni yeniden? Yoksa çocukluğumun Teksas'ı ve yetişkinliğimin Teksas'ı arasında yaşadığım gelgitin, karaktere ve hikayelere yaşıma bağlı yüklediğim anlamsal - algısal - düşünsel farklılıkların yarattığı o tatminsizliğin tuzağına ve kendini sorgulama durumuna düşer miydim? 'Ya ben bunda ne bulmuşum acaba?!!' der miydim içimden?
Acaba Atilla Atalay da anılarda o hoş seda haliyle bırakılması gerekenlerden olabilir miydi?
Değilmiş... Özellikle de o fena yürek burkanlar... Belki de düşündüğüm kadar sertleştirmemiştir beni geçen yıllar, kimbilir!
Peki ya içinden geçen çizgiroman? Daha kapağında Latif Demirci'yle çizgiromana dokunan, mizah dergilerinde olgunlaşan bir karakterin hikayelerinde çizgiromana dair referanslar bulmak şaşırtmıyor insanı:
- Lan kendimi yörüngenin dışına fırlatıcam, fazlayım resmen bu gezegende... Tabiyatta her türlü pislik, milyar yılda da olsa kayboluyo ama annemin terliği asla kaybolmıycak, asla...
- Pislik deme annenin terliğine! Dokuz ay karnında taşıdı anne seni... Gezegen gevezesi çenebaz cadaloz seni. Eşşek... Kaybolmaz terlik bu... Uçar, iner adamın kafasına.
- Tamam tamam, terlikli ilah, Zagor... Sustum peki...
- Zagor deme anneye!
Yorumlar
Yorum Gönder