Hayal Kahramanları


İki ay kadar öncesi...

Yeğenimin doğumunu hayırlamaya gittiğimiz akşam hastaneden ayrılırken hanımla sohbet ediyorduk. Laf arasında Sunay Akın’ın şirketlerine geleceğini söylediğinde gayet bencilce ama kaçınılmaz bir şekilde aklıma düşen, imzalısına yetişemediğim Hayal Kahramanları kitabı oldu. Fırsat ayağıma gelmişti, o kitabın imzalanabilme ihtimali hiç olmadığı kadar ete kemiğe bürünmüştü...

Ertesi gün sabahın köründe en hasar görmeyecek şekilde baloncuklu poşet içerisine koyduğum kitabımı ‘Unutmadan vereyim, kaçırırım falan...’ cümleleri eşliğinde evden çıkmadan eşime teslim etmeye çabalarken bana garip garip bakıyordu. Olayın heyecanıyla ayları karıştırmış, bir ay kadar erken davranmıştım. Ama olsun, sanıyorum eşim durumun ciddiyetini kavramıştı. Ki aradan bir ay geçip de büyük buluşma günü gerçekten geldiğinde bir akşam öncesinden beni ayaklandırıp, unutma ihtimaline karşılık kitabı akşamdan çantasına özenle yerleştirmişti...




O akşam eşim uzayan toplantılar ve yemekler sebebiyle eve geç geldiğinde ben üzerimde pijamalar, uykuyla uyanıklık arasındaki o tatlı mayhoşluktaydım. Ve ‘Sana bir sürprizim var!’ sözüyle uzatılan kitabın ilk sayfalarını çevirmemle uyku halimden eser kalmadı. Kitabı verirken birkaç kez yinelediğim bir şey vardı: ‘Sunay Akın’dan bir de çizim alırsan harika olur. Bak, bu bir yandan da çizgiroman kaynak kitabı. Buna öyle bir çizim yakışır.’ Eşimin ise hiçbir zaman olmayan çekingenliği ortaya çıkmıştı bu ısrarım karşısında, yapamam – isteyemem diyordu. ‘Sen bu organizasyonun mimarısın, nasıl isteyemezsin?!!’ dedikçe de konuya direnci artıyordu. Gerçekten de söyleyememişti bana anlattığına göre. Kitabı imzalamasını rica ederek uzattığında, Sunay Akın bana göre çok anlamlı o gemili resmini çizmiş, İstanbul üzerine şiirini yazmıştı ve bu ilk devrenin sonucu olmuştu. Daha sonra diğer işler, etkinlik için planlananlar, şirket çalışanlarıyla gerçekleştirilen sohbet falan derken araya konuyu dağıtan 
pek çok unsur girmişti. Ama arada eşim, Sunay Akın’ın başka iş arkadaşlarından tekinin Hayal Kahramanları olmayan kitabına bir çizim yaptığını farketmişti. Bunun üzerine benim hanıma bir cesaret gelmiş, yine bir sohbetleri esnasında Sunay Akın’a benim çizgiroman merakımdan falan bahsetmişti. Ve bunun üzerine Sunay Akın kitabı geri istemiş, İstanbul şiirinin altına, benim için paha biçilmez olan bir İstanbul silüeti çizmişti. İşte gece gece beni ayıltan da bu olmuştu...









O akşam ve sonraki akşam elimdeki kitabın kapağını çevirip çevirip o ilk birkaç sayfasına hayran hayran bakarken bir anda kendimi sayfaları tekrar okurken buldum. Hayal kahramanlarımızın, Sunay Akın’ın o apayrı üslubuyla anlattığı öykülerinde yeniden kaybettim kendimi. Kahramanlar kadar yaratıcılarıyla, yaratım süreçleriyle ilgilenen bu yazılar o kadar insan merkezliydi ki. Gerçek Afacan Dennis’in kaybeden yaşantısı ve bu yaramaz oğulu çizgi karakter haline getiren ama oğlunu geride bırakıp – tam manasıyla üzerini çizip - yoluna devam ederek oğlu üzerinden dünyalığını birkaç kere yapan, Cenevre’de sefasını süren, çocuğu sorulduğunda da hayatta olur böyle şeyler pişkinliğiyle cevap veren eden Dennis The Menace serisinin yaratıcısı baba Ketcham gibi yüreğe acı acı işleyenler vardı mesela. Bu yeni bilinç düzeyiyle bir daha Afacan Dennis okumam, izlemem mümkün olamazdı ki artık. Bu, Hank Ketcham denen insanın yaptıklarını onaylamak değil miydi bir yandan da! Spiegelman’ın Maus’u vardı mesela o sayfalarda, sanatçının aklında neyle yola çıktığı ama sonrasında ortaya koyduğu ödüllü çizgiromanın hikayesi, babasını katil olarak nitelendirmesinin nedeni anlatılıyordu. Little Orphan Annie’deki, dönem çizgiromanında aslında hiç yer almaması gereken o yoğun Cumhuriyetçi siyasi aura ya da YKY’nin henüz yeni dilimize kazandırdığı Amerikancı değil de kızıl bir alternatif Superman kurgusu olan 'Red Son', yaratıcısı Mark Millar’ın yetiştiği sosyalist aile ortamı gibi muazzam ayrıntılarla aktarılıyordu. Daha neler neler yoktu ki kitabın satırlarında: Tenten'in İstanbul macerası, neredeyse kırk yıldır hiç üzerinde düşünmediğim ama gölgesinden hızlı silah çekebildiği için aslında doğa ötesi güçlere sahip olduğu farkındalığını yeni kazandığım Red Kit, Dertsiziks'in (Sunay Akın'ın maalesef tercih ettiği adıyla Kakafoniks ki kendisi gibi bir arşivcinin Kervan Yayınları döneminin Halit Kıvanç çevirisi olan isimlerini referans almasını tercih ederdim) bitmeyen dramı, Cemal Nadir'in Amcabey'i ve Haldun Sevel'in Ustura Kemal'indeki Şener Üşümezsoy gibi bizden hayal kahramanları ve de gerçek kişiler...



Kitaptan alıntılayacağım bir Nazım Hikmet anısıyla devam edeyim:

Nazım Hikmet'in, 1935 yılının Nisan ayında bir çocukluk arkadaşı çıkar karşısına. Saçlarına ak düşmüş, ağzının kenarlarında kırışıklıklar olan, otuzunu geçtiği ilk bakışta belli olan arkadaşının değişmeyen tek yeri, şaire göre gözleridir. Nazım Hikmet, Akşam gazetesinde 'Orhan Selim' imzasıyla kaleme aldığı yazısında, arkadaşıyla olan ayaküstü sohbeti yazar: 'Ne iyi, dedim, çocukluğunun büyük bir parçasını kaybetmemişsin. Gözlerin çocuk kalmış.'

Bu sözler karşısında, bir frengi dispanserinde başdoktor olan arkadaşının neler söylediğini de şöyle aktarır Nazım Hikmet: 'Onu kaybettiğim gün yok olurum, dedi. Çocukluk, gövdemizi, beynimizin birçok yanlarını, yılların akışıyla ağır ağır bırakır. Tıpkı toprak bir kaptan suyun sızması gibi, çocukluk bizden sızar. Son barındığı yer gözlerimizdir. Gözlerim çocuk kalmışsa, bu ilk bakışta görülebiliyorsa ne mutlu bana. En korktuğum, en çekindiğim adamlar, gözlerinde bile bir damla çocukluk ışığı kalmamış olanlardır.'

Betimleme ne kadar da etkileyici değil mi! Belki de bu başdoktor Nazım Hikmet'in o an kurguladığı bir arkadaşıdır ve büyük şair, bu hayal kahramanı üzerinden çocukluğunu büsbütün yitiren kişilerin korkunçluğunu anlatmaya çalışmaktadır. Öyleyse Hayal Kahramanları kitabıma Sunay Akın'ın attığı imzaya küçük bir eklemeyle noktayı koyalım:

Hayallerini terk etmeyenlerin ışığıyla ve gözlerimizdeki çocukluğun asla yitmemesi umuduyla...

Yorumlar

  1. Pizagor, ne tatlı bir yazı bu:)
    Laf aramızda bu yazıda en çok neyi sevdim biliyor musun? Du bi... Hani.. "Hanım", "benim hanım" diyorsun ya... Muhabbetiniz daim olsun Pizagor. Bayıldım:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Eskidikçe biz de eski Yeşilçam filmlerinin birbirine 'Hanım' ve de 'Bey' diye hitabeden çiftlerine benziyoruz herhalde. Tek eksiğimiz kocaman bahçeli konağımız :)

      Sil
    2. Pizagor bey biz 17 sene öncede bey hanım diye konuşurduk. İçimize 1940 kuşağı kaçmış birbirimizi bulmuşuz:)

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mutantın Alpha’sı, Gamma’sı, Omega’sı...

Nils Holgersson ve Morton: Sapasağlam Bir Çocukluk Nostaljisi...

Cassandra Nova: İlk Düşman