Tanrı Sever, İnsan Öldürür


Görünen hikaye; William Stryker isimli siyasi ve finansal gücü adeta sınırsız popüler bir rahibin tanrı adına ve tanrı yolunda mutantları topyekün ortadan kaldırmak üzere çıktığı yol..

Alt metin ise bambaşka telden çalıyor. ‘Tanrı Sever, İnsan Öldürür’, dönem Marvel evreninin zencileri olan mutantlar ve bunlara duyulan düşmanlık üzerinden din, politika, sermaye ve cemiyet hayatının ne kadar içiçe geçebileceğini ve bu durumun sakıncalarını anlatan, tanrı söyleminin ardına sığınmış bir kişinin nelere kadir olabileceğini gösteren bir hikaye. Kitlelerin korkularına oynayarak, korkuları - endişeleri dehşete dönüştürerek ve bolca dinle soslayarak insanların nasıl yönlendirilebileceğinin öyküsü..

Öyle aman aman beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Claremont’un ‘Tanrı Sever, İnsan Öldürür’ hikayesinden fazlaca esinler taşıyan X-Men serisinin ikinci filmi hem metin hem de görsel olarak çok daha tatmin edici bana kalırsa..


Nedenlerine gelirsem..

Ağır bir mevzu ve konu bu sıfata yaraşır şekilde derin ve yer yer oldukça felsefi çıkarımlarla işleniyor ancak sayfa sayısının azlığı nedeniyle çok sıkışık, çok konsantre bir şekilde ve sanki yer yer vazgeçişlerle - eksiklerle aktarılıyor. Metin ve konuyla ilgili okura söylenmek istenenlerin çizginin çok önüne geçtiği hissine kapıldım sürekli, bunun yarattığı kopukluğu hissettim. Chris Claremont hikayeye dair aklında ne varsa dahil etmeye çalışırken akıcılıktan uzaklaşan bir anlatıya gidiyor. Albümün tamamını değerlendirdiğimde, bütünlüğü bozmayacak bazı ayrıntılardan feragat edilebilir, böylece daha rahatlatılmış bir anlatıya geçilebilirmiş diye düşünüyorum. Misal, Stryker’ın gözdelerinden, Purifiers isimli mutantları avlayan timin başındaki homo sapiens Anne’nin en nihayetinde mutant çıkması gibi gereksiz ve keyif katili bir klişeye ayrılan paneller rahatlıkla hikayeden çıkarılıp, boşalan bu bölüm akıcılığa alet edilebilirmiş. Ya da televizyon ekranlarına yansıyan Xavier ve Stryker arasındaki mutantlar üzerine tartışmadan sonra darlanan takımın rahatlamak üzere Tehlike Odası’na idmana geçmeleri ve sayfalar boyu burada çalışmaları bence lüzumsuz olmuş. Tamam belki burada deneyimlediklerini hikayenin ilerleyen sayfalarında kullanıyorlar ancak yine de böylesi metin yoğun bir anlatıda bu sayfalar Tehlike Odası’na heba edilemeyecek kadar değerli..

Yine hikayede eksiklik olduğunu düşündüğüm (eğer ki okuduğum kopyada bir baskı hatası yoksa) bir diğer nokta da koskoca Stryker organizasyonunun kendi arasındaki bilgi akışındaki zavallılık. Kaza mahaline gelen X-Men’den geri kalanları takip eden Strykercılar, kahramanlarımız ve Magneto (ki Magneto konusuna birazdan değineceğim) tarafından yakalanır ve sorgulanmak üzere alıkoyulur. Ve bu kadar önemli bir gelişmeden, oyuna dahil olan yeni karakterlerden böylesi yetkin bir organizasyonun haberi olmaz. Ve bilginin güç olduğu bir devirde bu iletişim zavallılığı, bence oldukça açık bırakılmış, izahı yapılamamış bir durumdur..


Magneto mevzusuna gelirsem..

Bu hikayede homo superior nefreti karşısında müttefikleşmiş, mutant düşmanlığına karşı X-Men ile birlikte hareket eden bir Magneto çıkıyor okurun karşısına. Ancak burada takıldığım nokta Magneto’nun ideallerinin, nedenlerinin sorgulanmasının anca kitabın sonlarına doğru, o noktaya kadar Stryker tarafından alıkonulmuş olan Cyclops’un kurtarılmasıyla birlikte yapılması. O ana kadar grubun geri kalanıyla birlikte gayet güzel çalışan Magneto, Cyclops ile birlikte bir kendini ve amaçlarını ifade etme, bir farkındalık yaratma, bir günah çıkarma sürecine giriyor. Sonrasında gelsin felsefik böbürlenmeler, gitsin tehditler. Neden burası, neden neredeyse albümün sonu? Oysa X-Men’den geri kalanların, bu albüm özelinde söylüyorum, Magneto’yla ilk karşılaşmaları daha mı az kuşkulu bir durumdur? Grubun tek akıllısı, neden - sonuç süzgeci tek çalışanı Cyclops mudur, diğerleri böylesi dehşetengiz, ebedi bir düşmandan iki gülücük gördüğünde karşılıklı çay içip, tavla atacak akıl yoksunu tipler midir? Kurgu adına ‘bana kalırsa’ oldukça puan kırıcı bir durum bu..


Ve albümden bir yandan eleştirdiğim, bir yandan da çok beğendiğim bu diyalog:


Magneto: Düşmanınız değilim X-Men, ne de sizi kendi düşmanım olarak algılıyorum. Hedefim her zaman dünyayı ele geçirmek oldu ama sadece ırkımızın, homo superior’un, barış içinde yaşayabileceği bir dünya yaratmak için.

Kendinize bir bakın, sizi parmaklıklar arkasında ya da ölü görmek isteyen insanlık için hayatınızı riske atıyorsunuz. Neden bunda ısrar ediyorsunuz?


Cyclops: Senin yolun daha mı iyi? Bir mutant diktatörlüğü?


Magneto: Benimle böyle konuşma evlat. Diktatörlük altında yaşadım.

… ve diktatörlüğün uşakları tarafından ailemin katledilmesini izledim. Ben hüküm sürdüğümde bu herkesin iyiliği için olacak.

Memnuniyet huzuru doğurur, memnuniyetsizlik ise isyanı. Bu yüzden, memnuniyetsizliğin sebeplerini.. Açlık, yoksulluk, hastalık, savaş.. Bir bir eleyerek huzurun daimi olmasını sağlayacağım.

Kaybedilen özgürlüklerin farkına varılmayacak, en özgürlük yanlısı ülkelerde bile. Ayrıca, maddi getiriler dengeyi sağlamak için fazlasıyla yeterli olacaktır..


Cyclops: Herkes tek bir kuşak için ütopya yaratabilir, Magneto. Önemli olan onu sürdürebilmek. Sen öldükten sonra rüyanın devamlılığını kim sağlayacak?


Magneto: Elbette ki sen, Cyclops. Ve de X-Men. Sizi neden yanımda istiyorum sanıyorsunuz?


Magneto'nun Ütopyası

Stryker’ın idealleri mi yoksa Magneto’nun ütopyası mı? Acaba hangisi daha tehlikeli?

Hikayenin sonunda Magneto bir kez daha ütopyasını - ideallerini paylaşmayan X-Men tarafından reddedilir. Ayrılırken, Kitty Pryde’ın ‘Öyleyse bari sen X-Men’e katıl?’ şeklindeki son dakika hamlesine ‘İnanmadığım şey için savaşmam!’ ile karşılık verir.

Lakin daha sonra paşa paşa katılacaktır da..



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mutantın Alpha’sı, Gamma’sı, Omega’sı...

Nils Holgersson ve Morton: Sapasağlam Bir Çocukluk Nostaljisi...

Cassandra Nova: İlk Düşman