New York’a ‘Hoşgeldin Frank’ Castle
İster salondaki kanepenin üzerinde olsun isterse yumuşak yatağımda sıcak yorganımın altında, akşam 10 sonrası yatarak bir çizgiroman okuyorsam yarım saat geçmeden uykuya dalma ihtimalim gayet yüksektir. Geçenlerde bir akşam, saat 11 sularında kanepeye uzandım ve çizgiromancı bir dostumdan yıllar sonra edindiğim Arkabahçe Punisher albümlerinden ilkini elime aldım. ‘Hoşgeldin Frank’in ikinci cildi bittiğinde saat ikiyi gösteriyor ve hikayenin etkisi beni uyumaktan alıkoyuyordu.. Düşünüyordum, neden bu güzelliği es geçmiştim acaba? Sanırım bunda bir miktar kapaktaki, Christian Bale’in saçlarını geriye taramış haline benzettiğim çizimin soğukluğunun payı vardı. Ama esas suçlu Steve Dillon idi..
Dillon'ın imzası haline gelen çizdiği kapaklı gözleri, çizgisini pek de sevmem. Kendisi, grafik olarak yıllar içerisinde ‘bana göre’ giderek basitleşmesiyle ve okuduğum ister Preacher olsun ister Punisher, birbirine benzeyen tiplemeleriyle beni sıkar. Ama Dillon’ın şansı şu ki 12 sayılık bu bu öykü de yine müthiş bir kalemden, eski ortağından çıkma: şiddetin tartışmasız en önemli yazarlarından olan Garth Ennis! Düşünüyorum da acaba Garth Ennis olmasa Steve Dillon olabilir miydi?
‘Hoş geldin Frank’ Punisher’ın New York'a fırtına gibi dönüşünü ve bir mafya ailesini, Gnucci’leri ortadan kaldırışını anlatıyor. Hikaye bir yandan Punisher’ın Gnucci ailesinin erkeklerini birer birer halletmesine bir yandan da Frank Castle’nın John Smith olarak becerebildiği kadarıyla (ki pek de sıcak ilişkiler kurabildiği söylenemez) sosyalleştiği apartman hayatına, komşularıyla olan ilişkilerine odaklanıyor. Neden Gnucci’lerin peşinde, aralarındaki husumet nereye dayanıyor bilmiyoruz. Gerçi Punisher’ın bir sebebe ihtiyacı var mı ki! Punisher bu, sokaklardan temizlenmesi gerektiğine inanıyorsa bunun ardında bir neden, kişisel bir kin, intikam aramaya gerek yok...
Mafya ailesinin hayatta kalan ve Punisher’ın son hedefine dönüşen Gnucci Ana karakteri bana kalırsa bu hikayede Punisher dahil diğer tüm karakterlerin önüne geçiyor. Punisher nedeniyle sakat kalan Gnucci Ana, o kötürüm haliyle dahi müthiş bir karizma ve liderlik sergilemeye devam ediyor. Hastanede halini soran bir adamını öldürmesi için yanındaki adamına buyuruyor ‘Öldür onu!’. Adamın tereddüt etmesi üzerine onun yanındaki diğer adama buyuruyor ‘Onu ve onu öldür!’. Bu döngü devam ediyor, ta ki sırası gelen biri bu emri kabul edip, Gnucci Ana’nın hedef gösterdiği geri kalanları temizleyene kadar. Bu nokta, vücuduyla birlikte herşeyini kaybettiğini sandığımız bir kadının gücü ve hakimiyeti yeniden ele geçirdiği an oluyor.
Bu sayfalar, yıllar sonra ‘Hoşgeldin Frank’ dendiğinde ilk aklıma gelecek olanlar. Bu nasıl bir karizmadır! Fiilen hiçbir gücü kalmamış, hareket dahi edemeyecek bir kadın nasıl bu kadar otoriter, nasıl bu kadar buyurgan olabilir?
Harcayacak olsa bile Garth Ennis, Gnucci Ana gibi müthiş bir karakter yaratıyor bu hikayede. Bu karizma tek bir yerde, velakin büsbütün çöküyor. Frank Castle, komşularının da yardımıyla :) Gnucci Ana’nın son silah olarak üzerine saldığı ürkütücü Rus’un işini bitirip Gnucci villasına girdiğinde tüm o adamlar Gnucci Ana’nın yoğun tehditlerine rağmen silahlarını atıp ardlarına bakmadan kaçıyor, geride Gnucci Ana’yı Punisher’ın insafına bırakıp. Ya da Punisher’ı Gnucci Ana’nın insafına mı desek!
Böylesi bir kadına yakışan bir finalle noktalanıyor bu hikaye..
Ana öykünün yanısıra bir sürü de ufak ufak hikaye var aslında; mesela Punisher’dan ilham alıp kendilerine göre bir adalet anlayışıyla katliama başlayan bir wasp Elit, bir hispanik Bay İntikam ve bir rahip Ulu; mesela aslında yakalanması istenmeyen ve sırf bu sebebple polis teşkilatının alay konusu polisi Soap'a, dostlar alışverişte görsün hesabı verilen Punisher’ın peşine düşme görevi, ilk sünepe ortağının ölümünden sonra birlikte çalışmaya başladığı hoş hatun, mafyanın elindeki üst düzey bürokrat fotoğrafları ve bunun kaçınılmaz uzantısı şantaj; mesela Punisher ve Daredevil arasında geçen o hararetli sayfalar.. İster parça parça ya da ister bütün olarak, muazzam bir hikaye ‘Hoşgeldin Frank’, bana kalırsa Garth Ennis’in ustalık manifestosu..
Yorumlar
Yorum Gönder