Loser!



Not: Bu yazı kesinlikle bir film eleştirisi değildir. Ne haddime! Sadece ve sadece bir filmin, düşünce hızında ve düşünce silsilesinin yoksunluğunda, daldan dala atlayarak bana hissettirdikleridir. Dolayısıyla anlatım gayet zikzaklı, cümleler kopuk kopuk, düşünceler ise bir o kadar tutarsızdır 😏


Kaybeden... Ne kadar sevdiğimiz bir laf değil mi şu? Başkalarını ‘ezik’ olarak nitelendirirken, kendimize ‘kaybeden’liği yakıştırıyoruz değil mi biraz da? Çünkü daha bi’ romantik sanki bu sıfat. Daha bi’ içselleştirilmiş. Daha bi’ rahat kabullenilen. Daha bi' hazmı kolay.

Kaybeden... ‘İşte ben, işte benim hayatım’ diyebileceğimiz bir kavram. Acınası çocukluğumuz, sefil gençliğimiz, adalet yoksunu iş hayatımız, kadir – kıymet bilmeyen aile eşrafımız ya da arkadaşlarımız. Şu lanet olası, baskın Ortadoğu kültürümüz hüzne, acıya niye bu kadar tutkun? Neden böyleyiz? Kendime de soruyorum; neden böyleyim? Neden yaşamın mutluluklarını, bunlarla ilgili olanca farkındalığıma rağmen, yüceltmek yerine hüzünlere takılıp kalıyorum? Neden nedensiz mutluluklarım olmuyor? Neden bendeki frontal korteks, serotoninin, endorfinin, dopaminin ve benzer bilumum diğerlerinin açlığını çekiyor. Yoksa bu, beynimizin o malum bölgesine dair bir fonksiyon bozukluğu mu? Yoksa bu, tüm insanlığın ve fakat bu toprakların mensuplarında daha da yoğun rastlanan genetik bir kusuru mu? Öyle açız ki mutluluğa... Öyle yoksunuz ki... Ve bu eksikliği doldurmaya o kadar meyilliyiz ki... Bazen libido yoğun bir tarikat... Bazen de bir radyo programı... Sadece programa verilen isimle yaşattığı bir özdeşleşme hali bile kitleleri peşinden sürükleyebiliyor. Hem de kaybetmekle taa uzaklardan, o da belki, irtibatı olan iki zeki karakterin kaptanlığında...




Sahip olduğu yayınevinin kitaplarının az satması dışında görünürde herhangi bir kaybedenliği olmayan Kaan ile varlıklı bir aileye doğduğu belli ve sırf bu yüzden doğuştan bir kaybetmeyen – kaybetmeyecek olan Mete. ‘Kaybedenler Kulübü’ isimli efsaneleşen bir radyo programının bu iki sunucusunun hayatından bir kesit sunuyor film. Toplumun genel geçer değerleriyle zıt yaşayan, günübirlik hayatların öyküsü. Kim kime, dum duma, adeta yatak başlığına çentik atarak geçen geceler. Güya parasız pulsuz ama bir o kadar da yemeli – içmeli, alkollü – eğlenceli zamanlar. Kahramanlarımızdaki, bugüne değin defalarca karşılaştığım ve bende sonsuz hayranlık uyandıran, o kendine, çevresine, hayata karşı sorumluluk duymayıp da ‘mesuliyetsizliğin getirdiği rahatlığın, öngörü yetkinliği noksanlığının, şartlar ne kadar kötüye giderse gitsin, o ‘bana göre zavallı’nın sırtını yere getirememesi, her durumdan hasarsız sıyrılma hali. Dipsiz okyanusa düşmemek için binbir olasılığı düşünerek hareket eden ama yine de kendini suda köpekbalıklarıyla bulan benim gibilere göre daha rahat bir noktadan karaya çıkması durumu. Rasyonellikten ırak ‘evrene pozitif mesaj gönderelim!’ ya da ‘iyi düşünelim iyi olsun!’ saçmalıklarının bir tezahürü adeta bu durum...

Gerçi bir taraftan da Cern’deki meşhur deneyin ortaya yeni attığı ve ‘aslında madde de yokmuş!’ bulgusu var kafayı bulandıran... Maddeyi var edenin aslında onun varlığına duyulan inancın olması şeklindeki tuhaf felsefi yaklaşımı da buna ekleyince... Adeta Neil Gaiman’ın ‘Amerikan Tanrıları’ndaki kurgusuna benzer bir durum: tanrıları var edenin, onlara kudret bahşedenin, o doktrinin inananları olması savı. En basit anlatımıyla, bilim adamının keşfetmesinin sebebi birşeyler bulmak istemesidir diyor bu görüşün savunucusu bir meczup. Kırk küsur yılın maddecisiyiz - metacısıyız en nihayetinde. Bu sava bıyık altından gülümsemeden bakmamız pek de mümkün değil...



Onca yadırgamama rağmen bu filmi neden bu kadar sevdim acaba?

Nerelisin sorusuna ‘Kadıköylü ama İstanbullu değil!’ olarak yanıt veren şu iflah olmaz Kadıköy sevdalısına özellikle hitabeden onlarca ayrıntıydı belki de. 2001 – 2002 yıllarında haftanın iki – üç akşamı gittiğim Hera mı? Kadıköy’ün, yüzlerce defa arşınladığım, o çok sevdiğim sokakları mı? Vakti zamanında her gün defalarca önünden geçtiğim kadim AUM'un - Acıbadem Unlu Mamülleri’nin verdiği ilhamla rahatlamak maksadıyla ‘aummmm...’ diye uluyan kitleler mi? ‘Beşiktaş İskelesi’nde buluşalım...’ın yarattığı o tanıdık karmaşa mı? Çizgiroman sevdalısı olan saygıdeğer Çetin Ağabeyimiz (Çetin Şan) sebebiyle mazisine dair özel bir yakınlık hissettiğim 6:45 Yayınevi olabilir mi? Ya da kendisini kameralara birkaç saniyeliğine de olsa gösteren Alfred Bester’in yine 6:45 baskısı ‘Yıkıma Giden Adam’ kitabı mı? Yoksa filmin içinden geçen bir çizgiroman mı, sadece kısa bir an için göze çarpan bir çizgiromanpervere özel ayrıntı, Mete’nin elindeki Alfa Yayınları'ndan seneler önce çıkmış olan bir Gümüş Kayakçı cildi mi?

Boşverin benim tutarsızca yazdıklarımı. Seyredin vesselam...


Yorumlar

  1. Ne diyorsun Pizagor? Efsanedir bu film! Kaybedenler Kulübü bu abicim... Hepimiz ölümlü değil miyiz son tahlilde:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Valla ne diyeyim, böyle kaybedenliğe can kurban sevgili Hayal Kahvem :)

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mutantın Alpha’sı, Gamma’sı, Omega’sı...

Nils Holgersson ve Morton: Sapasağlam Bir Çocukluk Nostaljisi...

Clone...