İçinden Çizgiroman Geçen Roman: Kıyamet Polisi


Kıyamet yaklaşıyor. Alegori değil bu kıyamet. Somut. Gerçek. Gününe, saatine kadar belli. Geri sayım sekmeden devam ediyor. Umut yok. Ve bu durum hikayenin arka planında kalan bir ayrıntı sadece. Sanırım ‘Kıyamet Polisi’ni ilginçleştiren de bu ayrıntıda bırakılamayacak kadar belirleyici mutlak gerçeğe 'rağmen' hali...

Kıyamet yaklaşıyor, Maia geliyor. İlk fark edildiğinde teğet geçeceği söylenen o koca asteroidin günler geçtikçe çarpma olasılığı yükseliyor ve bir noktada mutlaklaşıyor. Bu da bilinen dünyanın sonu demek; insanlara söylenen insanlığın yarısının çarpışmayla ve sonrasında oluşacak ne kadar süreceği kestirilemeyen karanlıkla yok olacağı. Kimin ölüp kimin hayatta kalacağı belirsiz...

Çarpışma olasılığı yükselirken insanların yönelimleri de değişiyor elbette. Kimi duada umut ararken, kimisi de dünyevi zevklerin, ertelenmişlerin peşine düşüyor. Kalan şu son birkaç ayda en masumundan en karanlığına arzularını gerçekleştirmek üzere insanlar işlerini bırakıyor, koltuklar hızla boşalıyor. Genele hakim bir boşvermişlik, bir adamsendecilik, bir gevşeklik hali söz konusu olan...

Ve intihar salgın halinde yayılıyor, intihar vakaları artık sıradanlaşıyor...

Ekonomi o hep söylenen dibi bu kez gerçekten görmüş ve orada kalmış. Üretim aksıyor, lojistik zincir kırıldı kırılacak, fena sendeliyor. O koca koca isimli şirketler kepenkleri indirmiş. Sosyal doku zedelenmeye, kurallar esnemeye, esnetilmeye başlamış. Yüzyılların üstüste koyduğu sosyal düzen tuğlaları yavaş yavaş parçalanıyor, genbegün kaotiğe evriliyor. Ki daha altı ay var kıyamete. O sevimsiz kucaklaşma yaklaşırken anarşinin tırmanması, sosyal dokunun tamamen çökmesi, insanın hayvanlaşması kaçınılmaz...

Henry Palace ise bu insan kaynağı kaybı esnasında devriye polislikten dedektifliğe terfi ettirilmiş, hayatı hala ‘Maia hiç yokmuşcasına’ eski ciddiyetinde yaşayan, mesleğini umursayan az sayıdaki kişiden birisi. Şöyle diyor Dedektif Palace:

İşimden memnundum. Hatta her şeyin değiştiği geçen yaz bile hayatımdan memnundum. Sonbaharda durumlar giderek güçleşmeye, garipleşmeye başladığında bile seviyordum işimi.
Ne var ki dedektif olduğumdan beri can sıkıcı, adlandıramadığım bir öfkeyle, tatminsizlikle doluyum, tüm hayatım boyunca yapmak istediğim işi yapmaya başladım ama talihsiz, kötü bir zamana denk geldim ve hayal kırıklığına uğradım ya da ben bu iş için bir hayal kırıklığı oldum.
Ve şimdi, bugün, en sonunda, o elektrikli duyguyu, o gıdıklanmayı, nabzımın yavaşlaması hissini yaşıyorum, vay be diyorum içimden, bu sefer oluyor galiba. Gerçekten bu sefer oluyor galiba.

Bu sefer oluyor dediği dava ise bir fast food tuvaletinde ölü bulunan Peter Zell. İntihar salgınından payını almış gibi görünen Zell’in cinayete kurban gittiğini iddia eden ise bir tek kendisi. Herhangi bir yandaş, herhangi bir destekleyici argüman bulamadan davayı kapatmamakta direnen, adeta iğneyle kuyu kazan da kendisi...

Evet güzel hikaye, sürükleyici. Ancak tonla imla hatası, tonla yanlış kurulmuş cümle, tonla özensizlik. Mesela ne demek acaba ‘Taktik olarak kurbanını öldürüp cinayet süsü vermek’? Defalarca okuyup anlayamadığım, daha doğrusu acaba başka bir anlam barındırıyor olabilir mi diye sorguladığım bir cümle. Sofradaki nefis yemeğin üzerine konan sinek gibi kitaba karşı iştahımı kaçırıyor tüm bunlar. O kadar ilgimi çekmesine rağmen üçlemenin devamını getirmeyeceğim İthaki etiketi altında. Her ne kadar romanları kendi dilimde okumayı sevsem de bu serinin orjinalini edineceğim. Maalesef İthaki etiketiyle çıkan ve takip ettiğim birkaç seri dışında, bundan böyle bu yayıncının romanlarına uğramak gibi bir niyetim yok. Okur olarak müşkülpesentim, aradığım ucuzluk değil. Aksine işini ciddiyetle yapan ve elinden gelenin en iyisini rafa koyma gayretinde olan yayıncıları yüceltiyorum. Eğer bu bir kaynak sorunuysa üç – beş lira fazla verelim kitaba, ama o kitap dört dörtlük olsun, o aradaki fark basılmadan önceki halini düzgünce kontrol edebilecek, gerekli düzeltmeleri yapabilecek o kişiye bu çok değerli emeğinin karşılığı olarak verilsin. Kalite gelsin...


Gelelim içindeki çizgiromanlara...





Kurbanın arka cebinden çıkan siyah suni deri cüzdanından öğrendiklerimi Dotseth’e anlatıyorum. Zell, ofisleri Eagle Meydanı’nı gören Water West Binası olan Merrimack Hayat ve Yangın Sigortaları’nda çalışıyormuş. Kullanılmış sinema biletlerine bakılırsa ergen maceralarından hoşlanıyormuş: Yüzüklerin Efendisi filmlerinin yeniden gösterimi, bilimkurgu dizisi Uzaktaki Soluk Işık’ın iki bölümü ve Hooksett’teki IMAX’te DC Marvel’a Karşı gösterimi.


---


‘Acaba benim için bir ismi araştırır mısın?’
‘Şapkam nasıl, güzel mi?’
‘Wilentz, hadi ama.’
Concord Emniyet Teşkilatı’nın arşiv teknisyeni eskiden delil saklama dolabı olan otuz kırk santimetrelik kafesli bir yerdeki, çizgiromanlar ve şekerleme torbalarıyla dolu bir masada çalışıyor. Kafes teller boyunca bir sıra kancada birinci lig beysbol takımlarının şapkaları asılı. Wilentz bunların arasından kırmızı renkli Phillies şapkasını seçmiş, havalı bir biçimde başına takmış.


---


‘En sevdiğiniz kitap?’
Kahvemden bir yudum aldım. ‘Şu sıralar Gibbon okuyorum. Roma İmparatorluğu’nun Gerileyişi ve Düşüşü.’
‘Evet ama,’dedi Eddes. ‘En sevdiğin kitap hangisi?’
‘Watchmen, seksenli yıllardan bir çizgiroman.’
‘Biliyorum.’


---


Naomi Eddes, neyse ki ben konuşurken sadece, ‘Aaa öyle mi?’ demek dışında birşey söylemiyor. Gözleri anlattıklarımdan çok etkilenmiş gibi parlamıyor ve ‘anlamaya’ çalışmıyor. Tek yaptığı masum, tek hecelik bir ‘Aaa’ ünlemi çıkarmak.
‘Yani annenle baban öldürüldüğü için hayatını suçlularla mücadeleye adadın, öyle mi? Batman gibi.’
‘Evet,’ diyerek ona gülümsüyorum. Son börek lokmamı da kayık tabaktaki zencefilli ve yabani sarımsaklı sosa batırıyorum. ‘Batman gibi.'



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mutantın Alpha’sı, Gamma’sı, Omega’sı...

Nils Holgersson ve Morton: Sapasağlam Bir Çocukluk Nostaljisi...

Clone...