Spectre


‘Injustice: Gods Among Us’ öyküsünün yaşandığı nefis alternatif evreni tadanlar hatırlayacaktır; totaliter küresel bir rejim inşa eden Superman’in karşısında Batman’in seçenekleri birer birer tükenirken, serinin üçüncü yılında yolu DC’nin korku ve büyü janrına dahil karakterleriyle kesişmişti. Yine hüsranla sonuçlansa da üçüncü yıl kendince ciddi bir hayran kitlesine sahip ama pek tanımadığım geniş bir karakter yelpazesine giriş yapmamı sağlamıştı. Ve Spectre de söz konusu efsanevi serinin bu sayfalarına kadar karşılaşmadığım – karşılaştıysam da hatırlayamadığım bir karakterdi. Merak uyandırıcıydı, belki bir Mxyzptlk renkliliği yoktu kendisinde ancak – söz konusu mücadelede saflarında bulunduğu taraftan bağımsız olarak diyebilirim ki - etkileyici olduğu aşikardı...


Ardından da önyargılarımı yerle yeksan eden, beklentilerimin çok ötesinde tatmin yaşatan bir seriyle karşıma çıktı Spectre...

Spectre’nin, 1993 senesinde yeniden başlatılmış olan serisinden (Volume 3) ilk 23 fasikülü almıştım geçenlerde. Beklentim düşüktü, dönemin hikayeciliğindeki nahiflik kadar karakterin kendisinin görece arka plan cılızlığından pay biçmiştim. Hikayenin olsa olsa ortalamada kalacağı önyargısıyla, genel ‘alıp da okumadan yıllarca bekletme’ şeklindeki biriktirici refleksime rağmen ‘sanırım kapakların da etkisiyle’ panellerine daldım. Ve malum sonuç: İlk faskül itibariyle karaktere – hikayeye – seriye kaptırmıştım kendimi. Ostrander büyülü bir metin koymuştu ortaya, özellikle ilk 12 fasikülü kapsayan Reaver hikayesi tek kelimeyle muhteşemdi.

Dönemin dehşetlerinden öyle bir durumu merkezine alıyor ki bu öğe çizgiroman sayfalarında karşıma ikinci defa çıkarken, kronolojik olarak bunu ilk olarak düşündüğümün belki de on yıl evveline çekiyor (ki ilkiyle de Daredevil’de karşılaşmıştım). Bu hikaye örgüsünün fark yaratan tarafı karakterin orijinine inerken bilindik DC’den apayrı, adeta alternatif bir evrenin lezzetini sunması. 13. sayıyla birlikte hikaye kurgularına dahil olan tanıdık ve fazlasıyla tanıdık DC karakterleriyle birlikte o özgünlük ve özgürlük ortamı ortadan kalkıyor gibi. Spectre kendi yağıyla kendi evreninde kavrulduğunda daha keyif verici sanki...

Çok kısaca Spectre’nin kökenine değinmek gerekirse...

Jim Corrigan, 30’lu yılların Amerikasının gangsteri bol atmosferinde adalet duygusu haddinden fazla kuvvetli ve bu yolda en sert yöntemleri uygulamaktan geri durmayan, dişe diş kana kan motivasyonlu bir polis memurudur. Mücadelesinin bir noktasında bu aşırı gözüpekliği bir varil içerisinde betona gömülmesiyle ve denizin derinliklerine atılmasıyla sonuçlanır. Gangsterlerin bir sonraki hamlesi de Corrigan’ın kız arkadaşı olacaktır. Ölüm sonrası limboda Corrigan alayına isyan bir haldedir, masum kız arkadaşının başına gelmek üzere olanları kastederek haksızlığı ve öte tarafa bırakılan adaleti reddetmekte, dünyada adaleti - suçluların henüz soluk alıp verirken cezalandırılmalarını talep etmektedir. Bunun üzerine Corrigan’ın bedeninde Spectre olarak yaşayanların arasına geri gönderilir. Olaya müdahale edip kendi intikamını almakla birlikte bundan böyle intikam bekleyen ölülerin çığlıklarını duyacak ve onların dehşet saçan intikamcısı olacaktır...

Ostrander seriyi alıp zirveye taşırken, kurgusuna dahil ettiği karakterlerle, 22. fasikülde ‘Injustice: Gods Among Us’ın sinopsisini dahi ortaya atar. ‘Spear Of Destiny’ hikayesinde, İsa’nın kanına bulandıktan sonra tarih boyunca el değiştiren ve en son Hitler’in kullandığı mızrağın Superman’e kadar taşınmasının öyküsü anlatılmaktadır. Yalnız bahsettiğimiz alalade bir mızrak değildir: DC evreninin belki de en güçlü, yokedilemez karakteri Spectre’yi öldürebilecek tek silahtır, bu bir. Amma velakin mızrağı taşıyan kişinin içindeki hırs ve güç sarhoşluğunu yüzeye çıkarmaktadır; mızrağa mı sahip olunmaktadır yoksa mızrak mı kullanıcısına belli değildir, bu da iki. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra müttefiklerin eline geçen söz konusu mızrak bir depoda unutulmuştur. Spectre’nin kontrolünü kaybettiği, tüm insanlığı kötü olmakla suçladığı ve çoluk – çocuk ayrım yapmadan bir ülkeyi – Vlatava’yı ortadan kaldırdığı dönemde akıllara düşer bu büyülü mızrak ve unutulduğu karanlık dehlizlerden bulunup gün yüzüne çıkarılır. Dönemin ABD Başkanı Clinton da mızrağı Superman’e teslim ederek kendisinden Spectre’yi durdurmasını ister. Büyüye karşı savunmasız olduğu bilinen yeryüzünün en kudretli kişisinin Kader Mızrağı’nın alttan alta verdiği bu ‘Sen güçlüsün, en büyüksün. Yıkar geçersin buraları, dümdüz edersin, sen ne dersen o olur!’ motivasyonundan etkilenmemesi beklenemez. Sonrasında da Superman’in bir taraf, diğer metahuman’ların ise diğer taraf olduğu büyük bir yıkım başlar. Geriye son kalanlar Superman ve karşısında dikilen Batman olacaktır. Tüm bu olanlar sadece birkaç sayfada anlatılır ve aslında Spectre’nin her zaman yaptığı üzere karşısındakinin algılarıyla ve alıcılarıyla dehşetle, sadistçe ve acımasızca oynaması şeklindedir. Sadece zihinlerde yaşanıyor olsa da etkileri gerçekten başa geliyormuşcasına yıkıcı ve öldürücü olmaktadır. Ve bu kudret Superman’de de çalışmıştır. Spectre Kader Mızrağı’nı sahiplenmesinin olası sonuçlarını Superman’e anlatmak yerine yaşatmıştır. Sonuç almış mıdır diye sorarsanız... Hem de nasıl!





Serinin bir diğer güzelliği ise kapakları. Her biri diğerinden albenili ve bu mecrada sonraki yıllarda olacakların habercisi adeta.. Yine önemli bir ayrıntı; Alex Ross’un çizdiği Spectre kapağı DC için yaptığı ilk çalışma olma niteliğini de taşımakta...

İntikam bekleyen ölülerin öfkesi Spectre, semavi - tanrısal bir oyuncu. Belki pek tanımıyoruz ama Ostrander ispatlıyor ki ehil ellerde potansiyeli yüksek olan bir karakter. Diğer ‘volume’ları hakkında ‘henüz’ bir fikrim yok ama yolunuzu en azından Spectre’nin Volume 3’ü ile çakıştırın derim, pişman olmazsınız...



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mutantın Alpha’sı, Gamma’sı, Omega’sı...

Nils Holgersson ve Morton: Sapasağlam Bir Çocukluk Nostaljisi...

Cassandra Nova: İlk Düşman