Kaplan! Kaplan!

Bu yazı, Altın Madalyon’da 'Kaplan! Kaplan!' toplu okumasında tarafımca yazılmış olan mesajlardan derlenmiştir. Ama illaki değiştirilmiş, eklemeler-çıkarmalar yapılmıştır...



'Kaplan! Kaplan!'ı okuduğum ilk yüz sayfa itibariyle forumun sevgili ‘eleştiri sever – kolay beğenmez ismi lazım değiller’inin gözüyle yorumlayacağım. Bitirdikten sonra kendimce de yazarım...

Zamanına göre yeni bir bilimkurgu kavramı bu, en azından isimlendirme babında. Jountelemek gibi havalı bir ismi olsa da bu fiil bildiğiniz teleport (kitapta tele taşıma olarak geçiyor). İnsan beyninin o zamana kadar yapabildiklerine eklediği yeni bir yetenek. Jounte ise bunu gerçekleştiren ilk insan. Daha sonrasında bilimadamları bu konuya yoğunlaşıyor, şifrelerini ortaya koyuyor ve zaman içerisinde herhangi birinin yapabildiği sıradan bir özelliğe dönüşüyor. Farklılık sadece insanların yapabildiği tele taşıma mesafelerinde ki buna göre bir sınıflandırma ve belgelendirme dahi söz konusu. Pekiyi sonrasında Jountelemek niye tüm sosyal ve ekonomik düzeni böylesi kökten bir değişikliğe uğratıyor, niye yeni bir çağ açıyor? Bester bu konuyu son derece yüzeysel geçmiş, fazlasıyla havada kalmış. Bu haliyle okuru tatmin etmekten fersah fersah uzakta.


Ana karakter Foyle’un uzay gemisinde hayatta kalması da çok yetersiz açıklanmış. Bir roketle vurulan ve darmaduman olan bir uzay gemisinde, Göçebe’de dolabın içine saklanarak ve oraya bir hava kaynağı bağlayarak hayatta kalıyor. Yiyecek için de uyduruktan onarılmış bir elbiseyle dışarı çıkıp, havası bitmeden hızlıca toplayıcılık yapıyor. Ama gerçekçi bilimkurgucular merak ediyor, en azından Foyle nasıl ve nereye dışkılıyor, bunlar yerçekimsiz ortamda havada öylece dolanıyor mu? Altı küsur aydır havayı nasıl yettiriyor? Bunlar önemli ayrıntılar :)

Foyle öyle düşünce özürlü bir karakter ki kendisini farkedip te kurtarmayan bir gemi için kin güdüyor. Dikkatinizi çekerim gemiye, metale, cansıza. Bunun arkasındaki beyne, onu terketme kararını alan kişiye değil. Metale can üflüyor adeta, onu hayatta tutan nefretini ve intikam duygusunu metale yönlendiriyor. Bu yaşama gayesine dönüşürken birkaç sayfa sonra bu kıt akıllı varlık kullanıcı manuellerine bakıp, yorumlayıp kendine yokluktan bir roket inşa ediyor. Ki bu aylardır yapmayı düşünmediği bir şey.

Bir de düştüğü hapishanede ‘fısıltı hattı’ gibi saçmasapan bir kurguyla (güya bu hapishanede akustik öyle oyunlar oynuyor ki, alakasız iki noktadaki insan, diğerleri hiç birşey duymazken, birbiriyle gayet güzel iletişime geçiyor) birkaç ay içerisinde bir güzel eğitiliyor, yontuluyor, otuz yıldır kullandığı varoş ağzını bırakıyor, akıllanıyor.

Yanıtlarını arayan sorular...

Gerçekçi bilimkurgucular rahatsız :)


-----------------------------------------


Bu noktadan sonrası ise kitabın son sayfasını çevirdiğim an itibariyle ‘kendimce’ hissettiklerim...

Birinci bölümün sıradanlığından ve durağanlığından sonra ikinci bölüm gerçekten iyi geldi. Ancak hala karakterin keskin dönüşlerini anlamlandırmakta zorlanıyorum. Vicdan denen rahatsızlığa yakalanmadan evvel ezip geçtiği insanları düşününce 600 mültecinin ölümünü böylesine sorgulaması, failini insanlık dışı olmakla suçlaması inandırıcı olmuyor, saçma geliyor. Bir insanı öldürmekle bin insanı öldürmek arasında nicelik dışında ne fark var?

Hele sonrasında bir nevi peygambere dönüşmesi! Bilemiyorum belki de Foyle karakterine karşı aşırı önyargılıyım, ilk tanıdığım halinin böylesi bir başkalaşım geçirmesi mümkün görünmüyor gözüme. İnsanlar illaki hatalarını görebilir ama bir anda bu kadar keskin dönüşler yapamaz bana kalırsa.

Ki bu gözü dönmüş, avına ulaşmak için herşeyi yapmaya hazır avcının tüm acısının müsebbibi o son isme ulaşması üzerine tereddüt etmesi, durması ve bu durumun aşkla ilintili olması niye? Beyaz dizi mi okuyoruz :)

Pekiyi,
 dönüp dolaşıp aynı noktaya gelinecekse neye yaradı onca değişim, nedir bu sembolizma? Aşk - nefret - tutku - kin - intikam gibi güçlü dürtülerin peşinde bile dönüp varacağımız yer yola ilk çıktığımız nokta mı olacak? Kendimizi - benliğimizi - huzuru sadece ve sadece orada mı bulacağız? Haybeye mi yaşayacağız tüm bu aşırılıkları? Herşey bu kadar mı anlamdan yoksun? Alfred Bester’in hayata dair felsefesi şu satırlarında afişe oluyor zaten:

‘Yaşam hakkında soru sormayın. Yaşayın.’
‘Hayatın yalnızca yaşamaktan başka bir anlamı olmalı.’ dedi Foyle robota.
‘O zaman kendi kendinize bulun efendim. Sizin şüpheleriniz var diye dünyadan durmasını istemeyin.’



Peki ya insana dair düşünceleri? Alfred Bester o noktada daha da acımasız:

‘Hepimiz buyuz. Özgür iradeden söz ediyoruz ama tepkiden başka bir şey değiliz...’


Yine insana dair:

‘Kendimizi dışarıya karşı ne kadar korursak koruyalım, hep içimizdeki bir şeyler tarafından tongaya düşürülürüz. İhanete karşı bir koruma yoktur ve hepimiz kendimize ihanet ederiz.’


Neyse, eleştirmekten geri durmasam da genele baktığımda okunulası, özgün, yazım dili kuvvetli, insanı düşünmeye de zorlayan, sorgulayıcı bir anlatı idi: aynen bir romanın olması gerektiği gibi. Beğenenler hanesine beni de ekleyin, notum 8/10...


-----------------------------------------


Gelelim çizgiromancı tarafımın yazacaklarına...



Hal Jordan

Alfred Bester, 1942 yılı itibariyle DC için çalışmaya başlamış, Superman ve Green Lantern serilerine yazarlık yapmış bir çizgiroman emekçisi aynı zamanda. ‘In brightest day, in blackest night...’ şeklinde başlayan meşhur ‘Green Lantern Yemini’nin yazarı da Bester.

In brightest day, in blackest night,
No evil shall escape my sight.
Let those who worship evil's might,
Beware my power...Green Lantern's light!


Wikipedia ayrıca şunu da söylüyor: Lee Falk’un İkinci Dünya Savaşı sırasındaki askerlik görevi esnasında Bester, Kızılmaske ve Mandrake striplerinin yazarlığını da yapmış. Hatta bir iddiaya göre Kızılmaske’ye ‘Walker’ soyadını veren kendisi...


Bester çizgiroman mecrasını 1946 yılında terketmiş...




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mutantın Alpha’sı, Gamma’sı, Omega’sı...

Nils Holgersson ve Morton: Sapasağlam Bir Çocukluk Nostaljisi...

Cassandra Nova: İlk Düşman